25 Mart 2024 Pazartesi

ATATÜRK “KEŞKE İSRAİL AVUSTRALYA’DA KURULSAYDI“ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ATATÜRK “KEŞKE İSRAİL AVUSTRALYA’DA KURULSAYDI“

          Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’e bir gün yabancı gazeteciler bir soru yönelterek, İsrail devletinin nerede kurulması gerektiğini sordukları aşamada Türkiye’nin kurucu cumhurbaşkanı “Keşke İsrail Avustralya’da kurulsaydı” diyerek gerçekçi bir cevap vermiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye Cumhuriyeti adı ile yeni bir devlet, merkezi coğrafya topraklarında kurulurken aynı zaman dilimi içinde gene Orta Doğu toprakları üzerinde bir başka yeni devlet İsrail yapılanması olarak gündeme getiriliyordu. Bütün dünya ülkeleri merkezi coğrafya bölgesinde gündeme gelen yeni yapılanma hedefine doğru kilitlenirken, imparatorluk devletleri savaş sürecinde bölünerek yeni yüzyılın devlet modeli olan ulus devletlere dönüştü. Bu aşamada Osmanlı İmparatorluğu dağılarak ortadan kalkarken bu büyük devletin kalıntıları içinde canlanan bir Türklük duygusu, çok uluslu bir büyük devletten tek uluslu bir ulus devlete doğru bir yapı değişikliğine yönelmek zorunda kalıyordu. Türk devleti uluslararası bir çekişme ve çatışma aşamalarından geçerek kurulurken geçmişe doğru bakıldığında beş yüz yıllık bir birikimin sonucu olarak, dünyanın tam ortasında bir Musevi devleti kurulması konusu da yeniden gündeme geliyordu. Son beş yüz yılın imparatorluk devleti olarak dünya politikasında ana yönlendirici devlet olarak İngiltere, merkezi coğrafya üzerinde iki bin yıl önce kurulmuş olan İsrail devletinin üçüncü kez kurulmasına izin vermezken, yıkılan bir imparatorluğun içinden çıkan Türk halkının bağımsız bir ulus devlet çatısı altında yaşama hedefi doğrultusunda öne çıkardığı ulusal kurtuluş savaşı, açıktan bir Türk ulus devletinin kuruluşunu açıkça öne çıkarırken, diğer yandan uluslararası diplomasi yöntemlerinin kullanılmasıyla, dolaylı ve gizli yollardan İsrail devletinin kuruluşuna giden yol batı dünyasının içinde var olan Siyonist lobilerin işbirliği halindeki ortak mücadelelerinin sonucunda gerçekleştiriliyordu. 

            Türkiye Cumhuriyeti birinci dünya savaşı sonrasında açıkça kurulurken, kökleri iki bin yıl ötesine giden Musevi devleti olarak İsrail, ancak ikinci dünya savaşı sonrasında ki bir dönemde kuruluyordu. Cihan savaşını kazanan İngiltere merkezi coğrafya yönetimini elinde tutabilmek için İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkıyordu. Yirminci yüzyılın ortalarında ABD ve NATO’nun merkezi alana gelmeleriyle birlikte bu bölgede yepyeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılırken, iki bin yıl öncesinin İsrail devletinin üçüncü kez kurulması gündeme geliyordu. ABD isimli dünya devletinin kurulmasını kendi çıkarları doğrultusunda iyi kullanan bu yeni süper gücün potansiyelini kullanarak ve yeni Siyonist örgütlenmenin önü açılarak, yola devam edilmek isteniyordu. İmparatorluklar döneminin son yıllarında Yahudi devletinin dünya kıtaları üzerinde nerede ve nasıl kurulacağı tartışma konusu yapılırken, Siyonistler Musevi lobilerini de yanlarına çekerek, yirminci yüzyılın ulus devletler haritasını kamuoyuna açık bir biçimde uygulamaya açık bir duruma getiriyorlardı. On altıncı yüzyılda başlayan Siyonist devlet tartışmalarının zamanla dünya devletleri arasında yayılmasıyla, İsrail devletinin kuruluşu ulus devlet olarak gerçekleşme aşamasına geliyordu. İngiltere’de savaş dönemi başbakanı olarak birinci dünya savaşının galip tarafını Churchill temsil ederken savaş sonrasındaki seçimleri kazanamamış olmasını Musevi lobilerinin engellemeleri sayesinde başardıkları görülmüştür. Ne var ki, Siyonist lobilerin Musevi merkezlerini harekete geçirmeleri sonrasında büyük sömürge imparatorluklarının bazı yerlerinde bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması plan ve programları gündeme getirilmiştir. Merkezi alanda bir Siyonist devletin kurulmasını istemeyen batı dünyasının önde gelen emperyalist devletleri, zamanla dünya haritalarının Siyonizm’e uygun düşen bölgelerini Yahudi örgütlerine teklif ederek, beş büyük kıta üzerinde bir İsrail devletinin kurulmasına giden yolda önemli çabalar göstermişlerdir. Türkler imparatorluk sonrasında bir ulus devlete yönelirken, Orta Doğu bölgesinde İsrail’den önce kendi düzenlerini gerçekçi bir bakış açısıyla kurabilmişlerdir.

            Eski Osmanlı toprakları üzerinde Türkler kendi ulus devletlerini kurarken ikinci dünya savaşı sonrasında da önceden gizli yürütülen Siyonist örgütlenmenin kesinlik kazandığı görülmüştür. Batı dünyasının merkezi olan Avrupa kıtası üzerinde Hristiyanlar ile Musevilerin çekişmeleri bir Yahudi devletinin arayışını ve daha sonrada kuruluşunu öne çıkarmıştır. Böyle bir ortama geçilmesiyle birlikte, İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi büyük devletler dünyanın çeşitli bölgelerinde Yahudi devletinin kuruluşunu önemsemişlerdir. Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de başlayan Siyonizm örgütlenmesinin bu devletin toprakları ve kentleri içinde örgütlendikleri görülmüştür. Siyonizm Macaristan dönemini tamamladıktan sonra yeni aşamada Avrupa kıtasının tam ortalarında yer alan ve Almanya, Fransa ile birlikte İtalyan bölgelerinden oluşan bir yeni devleti İsviçre Federasyonu olarak kurmuşlardır. Daha sonraki aşamalarda İsviçre devleti büyüdükçe batı sermaye birikimi dünya ülkelerine yayılmış ve daha sonraları da Orta Doğu bölgesine gelerek burada iki bin yıl öncekine benzeyen bir Yahudi devletine giden yolu açmışlardır. Siyonizm böyle bir aşamaya gelirken İsviçre bölgesindeki eyaletlerde öne çıkarak, Avrupa ülkelerindeki önde gelen Musevileri İsviçre’nin Basel kentinde toplayarak geleceğin dünyasında bir Siyonizm hegemonyası oluşturabilmek çizgisinde Siyonizm’in önemli konularını görüşerek, kendileri için Büyük İsrail olarak nasıl ve nerede kurulabileceği konularında geniş tartışmaları tamamlayarak, yirminci yüzyıla girerken 1898 yılında ilk Siyon toplantısını bu ülkede yaparak resmen harekete geçmişlerdir. Basel kentinin yanı sıra bir de Siyon kentini kurarak büyüyen İsviçre bankalarının patronu konumundaki zengin toplum kesimleri, Avrupa ortalarındaki Basel ve Siyon örgütlenmelerini Türkiye üzerinden merkezi coğrafya alanlarına taşımaya yönelmişlerdir. Macaristan’da başlayan İsviçre üzerinden küresel bir dünya yapılanmasına yönelen Siyonist lobilerin dünyanın ortalarında bir Siyonist devlet oluşturma planı olarak Büyük İsrail arayışına girmişlerdir. Macaristan’dan hareket ederek İsviçre eyaletlerinde örgütlenerek öne çıkan Siyonizm'in ana hedefi olan Büyük İsrail imparatorluğuna kavuşmak için iki büyük dünya savaşı çıkartılmıştır.

            İsviçre bankalarını kullanarak dünyanın en büyük sermaye yapılanmasına yönelen Siyonizm, geleneksel Musevi örgütlenmesini de kontrolü altına alarak eski Osmanlı toprakları üzerinden merkezi bir imparatorluk oluşturabilmek için çok yoğun bir yapılanmaya öncelik tanımışlardır. İlk Siyonist kongrenin 1898 yılında Basel kentinde toplanmasından sonra  batı Avrupa’da Yahudi karşıtlığı giderek tırmanırken, Orta Doğu ülkelerine böylesine bir süreç içinde Yahudi toplulukları göçler yolu ile gelerek ikinci dünya savaşı sonrasında tarihsel bir proje olan İsrail devletinin kuruluşu resmen ilan edilmiş ve eksik kalan hukuksal yapılanmalar, Birleşmiş Milletler örgütünün kurulması sonrasında bu büyük evrensel örgütün aldığı kararlar aracılığı ile kuruluş ile ilgili diğer detay çalışmalar tamamlanmıştır. Birinci kongresi İsviçre’nin Basel kentinde yapılan toplantılar aracılığı ile tamamlanan Siyonizm birinci dünya savaşı sonrasında ikinci büyük kongresini 1925 yılında Avustralya’nın batı bölgesindeki bir şehirde Amerika Birleşik Devletleri’nin destekleriyle tamamlayabilmiştir. Geçmişe dönük bir on bin yıllık tarihi geçmişle öne çıkan İsrail devleti projesi, ikinci dünya savaşı sonrasında uygulamaya konulmadan önce bütün dünya devletleri arasında çok yoğun tartışmalara sahne olmuştur. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi olan Atatürk’ün Siyonist projeleri yakından izleyerek tarih boyunca Türklerin anayurdu olarak gördükleri Anadolu yarımadasını korumaya öncelik vermişlerdir. Türklerin önderi Atatürk, İsrail devletinin Avustralya gibi bir dış kıtanın içinde kurulmasını dile getirmesinin nedeni, daha önceleri kurulmuş olan iki büyük İsrail devletinin Orta Doğu ve merkezi bölgede çok büyük çatışma ve gerginliklere neden olduğunu bilerek Avustralya kıtasını üçüncü İsrail devletinin kuruluşu için yeni bir adres olarak dile getirmiştir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken geçmişten gelen Osmanlı toprakları üzerinde bir Türk devletine karşı çıkacak bir biçimde Yahudi imparatorluğu kurulmasına olumlu bakmıyordu. Bu nedenle de Churchill gibi Atatürk’te merkezi alanda bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıktı.

Yirminci yüzyılı geride bırakan dünya bugünün dünyasında yeni bir İsrail devletine sahip bulunmakta ve tarihin en eski dönemlerinden gelme bir siyasal birikim bugünün Siyonist devletinin yeniden bir farklı döneme yönelmesiyle birlikte, yeni dönemin koşullarında üç büyük dini yeni bir çekişme sürecine getirmiştir. Basel’de toplanan ilk Siyonist kongre de elli yıl sonra bir Yahudi devletinin öncelikle kurulmasına karar verilmiştir. Bu kararı izleyen ikinci aşamada ise dünyanın tam ortalarında yer alacak bir Büyük İsrail imparatorluğunun da yüz yıl sonra kurulması karar altına alınmıştır. İlk olarak Basel kentinin öncülük ettiği Siyonist kongrelerin ikincisi 1925 yılında Avustralya’da yapılması, İngiltere’nin olumsuz tavırları nedeniyle sorunun doğu bölgesine taşınması çizgisinde bir etki yaratmıştır. O nedenle Atatürk İsrail devletinin kurulmasının bir üçüncü dünya savaşı yaratmaması için, bu din devletinin dünyanın doğu bölgesinde kurulmasını düşünerek dünya kamuoyunu yeni bir doğu bölgesi barışına hazırlamaya çaba göstermiştir. Bu çerçevede Atatürk’ün bir lider olarak sahip olduğu   konumunun İsrail devleti projesini dünyanın doğu bölgelerine taşınması açısından yeterli olması için çalışılmıştır. Büyük İsrail projesinin Osmanlı devletinin Balkan’lar, Kafkaslar ve Anadolu topraklarını içine aldığı için Atatürk Türk devletinin kurucu önderi olarak emperyal İsrail’i Avustralya’nın geniş topraklarında kurulması doğrultusunda bir yaklaşımı, barışçı bir çözüm olarak dile getirmiştir. Atatürk tarihi ve coğrafyayı çok iyi bildiği için son derece stratejik kararlar alarak Osmanlı devletinin yerine kurulmak istenen Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail gibi Hristiyan ya da Musevi bir devletler birliği değil, bunların yerine Türkiye’nin öncülüğünde ve merkezi konumunda Büyük Türkiye denebilecek bölgesel bir alan yapılanmasını, Türklerin rehberliğinde dünyanın merkezi toprakları üzerinde bağımsız bir devletleşmeye doğru örgütlemeye çaba göstermiştir.

Yirminci yüzyıla doğru siyasal çekişmeler fazlasıyla hızlanmaya başladıkça, Siyonizmin yönlendiricisi olan para babaları İsviçre ya da Macaristan gibi orta Avrupa ülkelerinden çıkarak batılı sömürge imparatorluklarının dünya kıtaları üzerindeki sahil kentlerinde yerleşmeye başlamışlardır. Bu aşamada Museviler kendi ulus devletlerini kuramadıkları için sömürge imparatorluklarının dünyaya yayılan topraklarını yeni yapılanmalar için kullanmaya başlamışlardır. Özellikle deniz kenarı şehirlerin, orta çağ döneminde olduğu gibi devletleştirilmesi bugün gelinen yeni aşamada imparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşamasında Yahudiler ekonomik düzen açısından dünyanın önde gelen büyük sahil kentlerini öne çıkarınca, uluslaşma süreçleri durdurulmuş ve yeni dönemde sahil kentleri üzerinden bir küresel süreç  örgütlenerek kara ülkeleri üzerinden kurulamayan küresel birliktelik arayışı öne çıkarılmış ve İngilizce Pervane adı verilen örgütlerin sahil kentleri üzerinden uluslararası bir dayanışma seferberliğine yönelmeleri ile de dünya kıtaları üzerindeki şehir yerleşimleri küresel bir işbirliğine dönüştürülerek, yerleşik bir Yahudi nüfus yapılanması, denizler üzerinden yeni bir düzene doğru  gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. On milyar insan nüfusu barındıran dünya emperyal ülkelerinin önümüzdeki dönemde, Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu gibi ya da Avrupa Birliği gibi sömürgeci imparatorluklar çatısı altında toplanamaması deniz yollarının kullanılmasını gündeme getirmiştir. Kıtalar üzerinden yeni dönemde yeni bir ipek yolu projesi öne çıkarılırken, Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Çin arasında çizilen yeni bir yol olarak “bir yol –bir kuşak” adıyla yeni emperyalizm yoluna yönelerek, büyük devletlerin sınır boyları üzerinden bütünleşme girişimleri uluslararası gelişmeleri geleceğe doğru yönlendirmiştir. Yeryüzüne insanlığın yerleşimleri zamanla kıtaların üzerini doldurmuş ve bu nedenle bir merkezi coğrafya sorunu diplomasinin önüne gelmiştir. Siyonizm’in dünya devleti olma öyküsü bugünün siyasal sorunlarını gererken, insanlık hem karalar hem de denizler üzerinden yeni bir dünya düzeni kurabilmenin çabası içinde olmuştur. Avrupa tarihi içinde yer alan iki bin yıllık bir zaman dilimi içinde bir Yahudi devleti Avrupa kıtası üzerinde kurulamamış ama Balkan savaşları sonrasında doğu Avrupa üzerinden bir nüfus kaydırması gerçekleştirilerek Doğu Akdeniz kıyılarında ve Orta Doğu toprakları üzerinde kurulmuştur.

Dünya nüfusu arttıkça ve bu doğrultuda nüfuslar çeşitli kara parçalarını yurt edinerek dünya topraklarına yerleşmeleriyle, Avrupa kıtasında kurulamayan Yahudi devletinin hangi ülkede kurulmasının mümkün olabileceği tartışma konusu olmuş ve kıtalar üzerine yayılmakta olan insan topluluklarının kontrolü amacıyla dünya sermayesini kontrol eden, Siyonist lobilerin denetim altına alınabilmesini hedefleyen bir yeni açılım yeni dönemde güçlenerek öne çıkınca batılı emperyalist imparatorluklar kendi kontrolleri altındaki dünya topraklarının Siyonizm’e devredilerek küresel bir dünya devletinin merkezi olabilecek Yahudi devletinin vatansızlıktan kurtulmasını sağlayacak devlet projeleri, on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren teker teker ele alınarak değerlendirilmiştir. Dünya çapında bir siyonist yapılanmanın merkezi olabilecek düzeyde gündeme getirilen Yahudi devleti önerileri, emperyalist imparatorlukların girişimleriyle şu şekillerde siyaset sahnesine yansımıştır.

1-DOĞU AFRİKA CUMHURİYETİ- Böylesine yeni bir devlet yapılanması İngiltere’nin öncülüğünde, KENYA, UGANDA VE TANZANYA devletlerinin birleşmesiyle meydana gelecek bir Doğu Afrika Federasyonu olarak gündeme getirilmiştir. ABD’nin Afrika üzerinde etkisi artınca İngiltere eski konumunu kaybederek Doğu Afrika Cumhuriyetinin kurulmasından vazgeçmiştir. Bunun yerine Victoria gölü ile Klimanjora dağının içinde yer aldığı UGANDA Toprakları bir Yahudi devleti olarak düşünülmüş ve İngiltere’nin önerileri doğrultusunda Afrika’nın Filistin’i olabilecek bir devlet yapılanması öne çıkarılmış ama yeterli destek ve ortak bir fikir birliği elde edilemeyince bu proje geçerli olamamıştır. İngilizler Filistin’de bir Yahudi devleti istemedikleri için Uganda planı doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek, Yahudileri bir Afrika ülkesinin çatısı altında toparlayabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. İngiltere Uganda planı üzerinde de destek sağlayamayınca, diğer kıtalar üzerindeki sömürgelerinden Siyonistlere ülke teklifi yapmıştır.

2-MADAGASKAR PLANI- Dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğu olan Fransız hegemonyası altındaki topraklara bakıldığı zaman, çok sayıda sömürgelere sahip olan Avrupa imparatorluklarından ikincisinin Fransa olduğu görülmektedir .Bugünün haritasında dünyanın üçüncü büyük adası olarak kabul edilen MADAGASKAR adasının sahip olduğu merkezi konumu üzerinden bütünüyle bir Yahudi adası olması ve bu doğrultuda Atlas ve Pasifik okyanusları arasında bir köprü görevi görmesi yüzünden bu büyük ada, Fransızlar Orta Doğu bölgesini İngilizlere bırakmamak üzere  Fransız sömürge imparatorluğu aracılığı ile Siyonizm’in ana merkezi yapılmak istenmiştir. Çin, Hindistan, İran ve Avustralya gibi büyük devlet alanlarının bulunduğu bu bölgede, Fransızlar İngilizleri denetlemek üzere, MADAGASKAR alternatifini yeni bir öneri olarak dünya kamuoyuna sunmuşlardır.

3- BİCOBİCAN –Sovyetler Birliği Avrupa ve batı ülkeleri üzerinden kurularak  Asya kıtasının tepesine oturtulurken, dünya Yahudi lobileri harita üzerindeki yerleri gezip görerek , geleceğin dünyasında kendilerine güvenli bir yer aramışlar ve batı bölgelerinin daha fazla güvenlik sorunlarına sahip olması nedeniyle doğunun önde gelen büyük devletlerinin topraklarından uygun bir yer seçerken, Kore ile Moğolistan arasında kalan  geniş toprakların bir Yahudi yurduna dönüştürülerek, yeni dünya düzeni oluşumunda bazı sorunların çözüme kavuşturulması  istenmiş ama böylesine bir yaklaşım batı ülkeleri nezdinde yeterli destek görmemiştir. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin kurulduğu ve çalışmalarını sürdürdüğü eski dönemlerde Bicobican isimli toprak parçasının bir endüstri ve üretim merkezi olarak Sovyetler Birliği devlet yapılanmasına olumlu katkılar sağladığı görülmüştür. Sovyetler Birliğini bir diktatörlük rejimine dönüştüren Stalin, ABD’nin İsrail projesine karşılık, doğu Asya bölgesi olan BİCOBİCAN ‘da bir Musevi devleti kurulabilmesi için Sovyetler Birliğinin politikalarını hazırlayarak geçerli kılmak istediği aşamada yaşamını kaybedince, bu proje de geride kalmıştır. Sovyet rejimini kuran Bolşeviklerin içinde var olan Yahudi kökenli üyelerin Stalin’i desteklemesine rağmen Bicobican bir doğu bölgesi olarak dünya kamuoyunca desteklenemeyince geride kalmıştır.

4- KIRIM – Bugün Rusya Federasyonu sınırları içinde var olmaya devam eden Kırım yarımadası geçmiş tarihine bakılırsa, bir Yahudi devleti olduğu ve bu nedenle de Musevi asıllı nüfus gruplarına sahip olduğu görülmektedir. Bu çerçevede Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının bir araya geldiği Avrasya bölgesinde geçmişten kalan Musevi asıllı toplulukların Rus imparatorluğu çökerken, Rusya ve Osmanlı topraklarını terk ederek Avrupa ve Amerika kıtalarının bazı bölgelerine yerleştikleri ama daha sonraki dönemlerde tekrar eski yerleşim yerlerine dönerek, kendi kontrolleri altında bir devlet yapılanmasına yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Hazar, Kırım ve bazı başka bölgelerde de geçmişin izleri doğrultusunda alt kimliklerin öne çıktığı görülmektedir. Sosyalist bir siyasal yapılanmaya sahip olan Sovyetler Birliğine bağlı bulunan birçok şehir ve bölgelerde Hazar İmparatorluğu döneminden kalma yapılanmaların devam ettiği göze çarpmaktadır. Odesa, Kiev ve Kırım gibi bölgelerde eski Hazar uzantısı topluluklar bulunmakta ve bunlar zamanla bu bölgelerde eskisi gibi hegemonya kurma arayışı içine girerek, Osmanlı devletinin çöküşüne neden olan Kırım savaşı gibi benzer bir yıkıcı savaşın arayışı içine girdikleri anlaşılmaktadır.

5-AVUSTRALYA- Atatürk’ün İsrail’in gerçek anlamda kurulabilmesi için en elverişli alternatif olarak Avustralya’yı seçtiği, bu makalenin başlığında işaret edilen Avustralya kıtasını gelecekte en elverişli seçenek olarak gündeme getirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Avustralya’nın eski bir İngiliz sömürgesi olarak Anglo-sakson dünyada yeri vardır, Yüz yıl önce on milyon civarında nüfusu olan bu büyük ama tenha kıta bugünün koşullarında bir İngiliz sömürgesi olmaktan çıkarak, ABD’nin Çin, Hindistan ve İran gibi büyük devletlere karşı kullandığı karşı büyüklük görüşünün uygulayıcısı bir Pasifik NATO’su devleti konumuna gelmiştir. ABD İngiltere ile Pasifik NATO’sunu kurarken, Atlantikçilere karşı bir Pasifik ordusunun en büyük ortağı konumuna gelmiştir. ABD Fransa ve Almanya ile yollarını ayırma noktasında İngiltere ve Avustralya ile Pasifik dayanışması kurarak dünya güvenliği için bir beş göz adı ile bilinen yeni bir savunma mekanizmasını geliştirmiştir. Ayrıca ABD son moda nükleer denizaltılarını da Avustralya kıtasının altındaki deniz garajlarında saklayarak, üçüncü bir dünya savaşı sırasında doğunun büyük güçlerine karşılık kullanmayı planladığı gibi çeşitli düşünceler tartışma konusu haline getirilmektedir. Atatürk iki büyük dünya savaşının cereyan ettiği merkezi coğrafya toprakları üzerindeki bir devletin  kurucu önderi olarak, Siyonist çizgideki bir Armegeddon savaşının Türkiye’yi tehdit etmesini önlemek üzere  Siyonizm’in devleti olarak İsrail’in Avustralya’da kurulmasını istemesi son derece doğal bir tavırdır. Ulusal bir Kurtuluş Savaşı verilerek kurulmuş olan bir ulus devletin kurucu önderinin, savaş konusu sorunları başka coğrafyalara taşıması yurtta ve dünyada barış ilkesine son derece uygun düşmektedir.

6- GRAND İSLAND - 1820 yılında Musevi lobilerine herkes yurt ararken, ABD’nin önde gelen gazetecilerinden olan Mordehay Noah isimli bir Yahudi, bir şehir devleti kurabilmek üzere Niagara nehri üzerinde yer alan çok büyük bir ada olarak GRAND İSLAND isimli adayı önce işgal etmiş ve daha sonra da parasını ödeyerek satın almıştır  Yahudi asıllı bir ABD vatandaşının Osmanlı devletinin çöküşünden sonra ABD’ye gelen Ermeniler için bir devlet kurarak, Wilson prensipleri doğrultusunda Ermenistan adı verilen devleti doğu Anadolu’da değil ama Kuzey Amerika’da kurmaya kalkıştığı görülmüştür. ABD’li bir Yahudi asıllı zenginin Ermeniler için ARMANİA adını verdiği bir yeni devlet yapılanmasına yönelmesi, Osmanlı devletinin içinden çıkan gayrimüslim azınlıkların Osmanlıya olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne de karşı ortak bir emperyalist mücadele yürüttükleri açıkça belli olmuştur. Ermeni devletini Yahudiler için yaptırmaya çaba gösteren Mordehay Noah, Yahudileri ARMANİA ismini verdiği küçük şehir devletinin çatısı altında daha güçlü bir biçimde toplanarak mücadelelerini sürdürmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bu doğrultuda ABD eyaletleri içinde de Ermeni, Rum ya da Yahudi kimliğine dayanan eski Osmanlı gayrimüslimlerinin ortak çaba ve örgütlenmeleri zaman zaman ortaya çıkarak devam etmektedir.

7-  ETİYOPYA –  Eski adı Habeşistan olan bu orta Afrika ülkesi, Yahudi ırkının tarih sahnesine çıktığı  ana ülkelerden birisi olduğu için bu ülkenin zenci Yahudileri Falaşalar olarak Etiyopya’nın halkını oluşturmuş ve geçmişten gelen yaşam birikimlerinin çağdaş anlamda bir ulus devlete dönüşebilmesi için uzun mücadeleler verilmiştir. Önceleri İngiliz sömürgesi olan ama daha sonraki aşamada Mussolini’nin yönetiminde bir İtalyan sömürgesine dönüştürülen Etiyopya Afrika kökenli Yahudi nüfusun dünya sahnesine çıkmış olduğu en önemli Yahudi ağırlıklı bir devlettir. İtalyan faşizminin öncüsü olan Mussolini başbakan olunca Etiyopya’yı işgal etmiş ve bu ülkenin zenci nüfusları üzerinden ikinci dünya savaşındaki Yahudi sorununu, bu ülke sınırları içinde kalarak çözmeyi düşünmüş ama ikinci dünya savaşı çıkınca, Yahudi sorununa Etiyopya çözümü tamamlanamamıştır. Etiyopya halen Afrika kıtasındaki en fazla nüfusa sahip olan bir devlettir. Kıtanın tam ortasında bulunan konumu ile gelecekteki çözüm arayışlarında gene etkin bir konuma sahip olabilecektir.

8-JAPON’LARIN ZEHİRLİ BALIK- FUGU PLANI- 1934 yılında ikinci dünya savaşı sırasında Naziler ile Japonlar arasında diğer ülkelerden daha yakın ilişkiler gelişmeye başlayınca Avrupa’da yaşayan Yahudilere Japonya’daki adalardan birinin tahsis edilmesine karar verildi. Japonya’nın sahip olduğu bilim ve teknolojik birikimden yararlanmak isteyen Japonlar ile Japonların Zehirli Balıkçı Japon milliyetçileri bu iş birliğinden başarı ile çıkarak ikinci dünya savaşında Japonya’nın zafer sağlayacağını öne sürüyorlardı. Japon milliyetçileri Hitler ile dayanışma ittifakına girdikleri aşamada, 1941 yılında ikinci cihan savaşında teslim olma aşamasına geliyordu. Projenin adının bir Japon balığının adından alınmasının sebebi Fugu isimli balığın çok besleyici ve lezzetli bir gıda olduğudur. Bu balık iyi pişirilirse zafer sağlar, kötü pişirilirse de yiyenleri zehirleyen bir yapısının olduğu sonradan anlaşılmıştır. İtalyanlar teslim olunca Japonlar da teslim olmuştur. Başarısız bir iş birliği çökme ile birlikte dağılınca o zaman meşhur zehirli balık projesi de iflas etmiştir.

9-TASMANYA PROJESİ, Tasmanya adası da tıpkı diğer Avusturalya bölgeleri ya da adaları gibi geleceğin kıtası olarak açıklanan Avustralya kıtası da etrafını çeviren büyük ve orta boy adalar içinde Yahudilerin zaman içinde yerleşerek bir devlet kurabilmeleri, bir dönem için yirminci yüzyılın başlarında mümkün olabilmiş ama böylesine bir yapılanmayı Yahudiler adaya geldikten sonra tersine çevirdikleri görülmüştür. Avustralya Musevileri kıtanın hemen yanında bulunan Tasmanya adasına geçerek bir bağımsız Musevi adası yaratmaları beklenirken, bu durumun tersi bir gelişme ile Tasmanya üzerinden Avustralya kıtasının tamamının etkilenmeye çalıştığı görüldüğünde, İngilizlerin Tasmanya adası üzerindeki Musevi devleti yaratma projelerini devre dışı bırakılmıştır.

10- DİĞER PROJELER –Son beş yüz yıllık dönem içinde dünya ülkelerinin bir kısmında Yahudi nüfus için farklı düzenlemeler yapılmıştır. Bazı adalar ya da yarımadalar dünya ticaretinden yararlanarak ekonomik alanda zenginleşmeye başladıkları aşamada, Musevi lobileriyle ilişkiler kurularak daha gelişmiş ekonomi doğrultusunda adımlar atılmış ama her yeni küçük devlet projesi öne çıktığı zaman da bazı sosyal ve siyasal sorunlar çıkartılarak meselelerin çözümü engellenmeye çalışılmıştır. Akdeniz’deki büyük adalar Kıbrıs, Girit, Rodos, Sicilya, Sardunya ve Korsika gibi büyük adalar birkaç milyonluk Yahudi devletlerine dönüştürülmek istenmiş ama Hristiyan ve Müslüman devletlerin tepki göstermeleri ve karşı çıkmaları yüzünden merkezi deniz olan Akdeniz’de Yahudi devletleri bir türlü kurulamamıştır. Ayrıca Latin Amerika kıtasında bulunan bazı küçük devletler ile, bazı büyük devletlerin uygun görülen bölgelerinde gene Siyonist lobilerin destekleriyle küçük Musevi devletleri yaratılmak istenmiş ama uluslararası konjonktür bu tür sonradan olma şehir devleti ya da eyalet devletlerinin Siyonist hegemonya yansıması olarak kurulamamıştır. Ayrıca, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna ve Makedonya gibi doğu Avrupa ülkeleri bir araya gelerek bir Doğu Avrupa Birliği kurabilirler.

İsrail devleti birinci ve ikinci Siyonist kongreler sonucunda bugün ilk Yahudi devletinin kurulduğu kutsal topraklar ya da vaat edilen topraklar olarak, kutsal kitaplarda belirtilen yerler de kurulmaya çalışılmaktadır. Ne var ki ,artık her şeyin bilindiği ve geçmişten gelen tarih, coğrafya uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi dallarının bugünlere taşımış olduğu bilgi birikimine artık herkesin ve her dünya devletinin sahip bulunduğunu yaşanan olaylar ve bunlara bağlı olarak öne çıkan gerekli bilgiler uluslararası alanlara dağıldığı gibi bugün gündemdeki gelişmelerin anlatılması ya da açıklanmasında yeteri kadar bilimsel dayanak noktaları meydana getirerek ,çıkmaz gibi görülen sorunların zamanla bir çözüm yoluna doğru yönlendiği, özellikle son yıllarda  gündeme gelen siyasal gelişmeler üzerinden her türlü tartışmanın ötesinde eskisinden daha barışçıl bir yeni dünya düzeni oluşumlarını gündeme getirmektedirler. Bu makalede belirtilen konular da böylesine bir birikimin içinden getirilerek, dünya barışını tehdit eden Siyonizm saldırganlığına karşı oluşturulmakta olan bir insanlık barışının öncüsü olmak durumundadır. Tarih boyunca yaşanan kötü olayların bugün de saldırgan Siyonizm akımları çerçevesinde gündeme zorla getirildiği ve bu yüzden son üç aydaki saldırılar üzerinden üç yüz bin Gazzelinin bombalı katliamlar aracılığı ile yok edilmeye çalışıldığı görülmüştür. Ulus devletlerin ortaya çıktığı son üç yüz yılın yarattığı bir sorun olarak gündeme gelen İsrail sorunu bir din devleti olmanın ötesine giderek ulusallaşamadığı için bugün modern dünyanın önde gelen ulus devletleri içinde yer alamamakta ama bir din devleti olarak şehirler üzerinden yeni bir orta çağ zihniyetinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Küresel şirketler ile dinci tarikatlar iş birliği yaparak bütün dünyayı yeni bir Ortaçağ dönemine doğru sürüklerken, uluslararası alanda şehir devletleri ile yerel yönetim birliklerinin, ulus devletlere ve her türlü ulusal yapılanmalara karşı çıkarak, Siyonizm hegemonyasına karşı çıktıkları açıkça görülmektedir.

Bugünün dünyasında İsrail oluşumu dünyanın önde gelen bir numaralı sorunu olarak her yönden ve de oluşturmaya çalıştıkları yerel yönetim birimleri aracılığı ile de geri dönülmez bir biçimde dünyayı Siyonizm hegemonyasına paralel bir biçimde köklü bir değişime dünya zorlanırken, yirmi birinci yüzyılın birikimleri insanlığa yön göstererek, küresel ve bölgesel barış ortamlarının örgütlenebilmesi için öncülük yapmaktadırlar. Yüz yılların birikimi ile bir modern dünya yaratabilmek başarısını elde eden bugünün insanlığı her türlü savaş ve hegemonya dayatmalarına karşı çıkarken, evrensel bir barış düzeninin Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşların öncülüğünde insanlığın uzun süreli geleceği için gerekli olan bütün adımların atılmasıyla birlikte her türlü yardımın Gazze halkına getirilebilmesi  için, insanlık her türlü özveriyi gündeme taşıyabilmelidir. İsrail’in son Gazze saldırısı tam anlamıyla bir soykırımın öncüsü olmuştur. Anglo sakson emperyalizmi destekli kurulan çete devleti olarak İsrail bugün her kesim için ciddi bir çıkmaz ya da sorun olarak varlığını korumaktadır. Dünya ülkelerinin düzenli bir uluslararası sisteme sahip olmasını önleyen Atlantik hegemonyası hem insanlık için hem de şehir devletleri ya da yerel yönetimler üzerinden bütün dünya devletleri için ciddi bir çıkmaz olarak öne çıkarak on beşinci yüzyılda Britanya imparatorluğu üzerinden İngiliz krallığını kurarken, on sekizinci yüzyılda ise Amerika Birleşik Devletleri üzerinden bir dünya federasyonunun temelleri atılmıştır. Hristiyan Avrupa Birliğine karşı yeni bir Atlantik hegemonyası oluşturabilmek için, okyanus üzerinden var olan adalar üzerindeki şehirlerin ayrı devletler haline gelmesi ya da yerel yönetimlerin eskisinden çok farklı bir yeni birlikteliğe sürüklenmeleri sayesinde, Birleşik Krallık, Birleşik Devletler aşamasından sonra şimdi de İsrail’in önderliğinde Birleşik şehir devletleri ya da yerel yönetimler birlikleri yaratılarak, yeni bir küresel bir bölgesellik modeli ortaya çıkarılmaktadır. Birleşik krallık sonrasında birleşik devletler aşaması geride bırakılarak, Birleşik şehirler ve yerel yönetimler yapılanması Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’inin ortaklığında yeni bir dünya düzeni arayışları sırasında öne çıkarak etkin olmaktadır. 

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

10 Mart 2024 Pazar

KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ 

KEMALİZM VE SOSYAL DEMOKRASİ

       Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını geride bıraktıktan sonra yirmi birinci yüzyılın yollarında geleceğin dünyasına doğru bir gelişme göstermektedir. Milyonlarca yıl öteden gelmekte olan insanlığın sosyal ve siyasal birikimi bugünün insan toplulukları ile birlikte, var olan iki yüz civarındaki ulus devletlere de yön göstermekte ve bu doğrultuda insanlık bugün gelmiş olduğu önemli geçiş noktasında, gelecek için daha güvenli ve gelişmiş bir yol haritası üzerinde ilerleyerek gelişme yolunda emin adımlar ile ana hedefe doğru ilerleme mücadelesine devam edilmektedir. İleri doğru yürüyüş sürdürülürken ara sıra durarak geriye doğru bakılması, geleceğe daha yakın bir tutumu öne çıkarmakta ve geçmişten geleceğe uzanan insanlığın gelişimi süreci, böylece bir süreklilik halinde gündeme gelerek evrim olgusunu insanlık açısından insanlığın ulaşabileceği en ileri noktaya doğru taşımaktadır. Bu açıdan yeryüzünün kurallarına bakıldığı zaman sürekli bir işleyiş içinde bulunan çok büyük bir motora benzeyen doğal bir düzenin, evrenin mimarları tarafından işin başında kurulduğu anlaşılmaktadır. Doğanın mimarları ile birlikte evrensel düzenin öncülerinin bir arada öne çıkarak geleceğe dönük bir yapılanma içinde olmaları, insanlık için bir büyük şansı gündeme getirmektedir. Evrenin saati işlemeye başladıktan sonra binlerce ve milyonlarca yıl boyunca bir ilerleme süreci tamamlanmıştır. İnsanlık için gelişme ve büyüme evreleri birbiri ardı sıra belirli aşamalarda doğal ortam ya da koşul değişikliklerini insanlığa dayatırken, diğer mekanizmaların da devreye girmesi ile dünya topunun dönmesi ve ilerlemesi ile ilgili farklı bazı geçici durumların, bazen beklenmedik bir biçimde ortaya çıktığı görülebilmektedir. İnsanlık günümüzde hem süreklilik arz eden evrimsel gelişim ile uğraşmakta, hem de bu sürecin sürekliliğini sağlayan diğer dinamiklerin yansımaları ile yarışarak yeni bir dünya düzenine giden yolları gündeme getirebilmektedir.

         Dünya da hızlı bir değişim süreci yaşandığı için her şey sürekli olarak değişmekte ama böylesine hızlı değişim süreçleri içinde değişmeyen ve gelecek için yön gösteren çeşitli durumlar ve kesişme noktaları da öne çıkarak yer kürenin biçimlenmesinde fazlasıyla etkili olabilmektedir. Her toplumun ya da milletin geçmişten gelen siyasal birikimlerinin yansıra, çok değişik faktörlerin aynı dönemde devreye girmeleriyle birlikte, bir çok beklenmedik gelişme gündeme gelebilmektedir. Türk siyasal alanına genel olarak bakıldığı zaman evrensel alanın içinden geçtiği bir değişim süreci içinde değişme ve buna bağlı olarak da dönüşüm olgusu bazen istikrarlı bir devamlılık ya da bazen da inişli çıkışlı bir süreçten geçerek uygulama alanında yepyeni bir oluşumun önünün açılması gibi gelişmeler öne çıkabilmiştir. Normal koşullarda beklenen değişim ve dönüşümler birbiri ardı sıra devreye girerken, bazen da beklenmedik iniş ve çıkışların değişim sürecine fazlasıyla etki yaptığı bütün dünyadaki var olan siyasal düzenlerde görülebilmektedir. Bu çerçevede Atatürk’ün cumhuriyeti ile birlikte başlayan devrim ya da değişim olgusu, geleceğin dünyasında insanlık için daha ileri bir yaşam düzeni kurmak açısından önem taşımaktadır. Yıkılan bir imparatorluğun küllerinden ortaya çıkarılan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde bulunulan hızlı değişim süreci içinde ciddi anlamda yapısal dönüşümlere uğrarken, geçmişten gelen oluşumların ya da süreçlerin var olan esas yapıları bile bazen bozduğu görülmüştür. Normal koşullarda var olan değişim süreçleri, her yerde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti ya da siyasal düzeni üzerinde zamana uygun düşen bazı yenilikleri öne çıkarırken, gelmekte olan yeni yüzyılın önü açılmakta ve bu çizgide eskisinden çok daha farklı yepyeni bir oluşum Türk devleti üzerinde öne çıkmaktadır. Yıkılan bir imparatorluğun geride kalan toprakları üzerinde yaşamını sürdürmeye çaba gösteren Atatürk cumhuriyeti, tarihsel dönüşüm kuralları çizgisinde varlığı ile direnerek yok olmamış, aksine mücadele ederek geleceğe dönük bir biçimde kendisini güvence altına almıştır. Savaşlar yarattıkları sonuçlar ile bazı devletleri yıkarken, Osmanlı devleti de yıkılmış ama daha sonraki aşamada Türk milleti direnerek yeni cumhuriyet devleti ile yeniden var olabilmiştir. Osman bey ile başlayan imparatorluk devleti daha sonraki aşamada Atatürk ile temelleri atılan Türk ulus devleti aracılığı ile yoluna devam etmiştir. Birinci dünya savaşı ile birlikte uluslararası imparatorlukların sonu gelmiş ve cihan savaşı sırasında sürdürülen yoğun savaşlar sonrasında, imparatorluklardan ulus devletlere geçiş sağlanmıştır. Günümüz koşullarında dünya kıtaları üzerinde iki yüzden fazla ulus devlet kurulurken, dünya savaşı yarım kalmıştır. Ulus  devletler savaş sonrası koşullarda dünya sahnesine çıktıkları gibi  ayakta durmaya çalışırlarken, savaş sonrasında Asya kıtasının tam ortalarında bir din devleti olarak Musevilerin eski toprakları üzerinde yeni bir din devleti oluşturarak, yollarına devam etmeye çalıştıkları görülmüştür. Birinci cihan savaşı aracılığı ile  imparatorluklar ulus devletlere dönüşürken, bir de arkadan Siyonist bir din devletinin dünyanın tam ortalarında kurulması iki bin yıl öncesinde olduğu gibi, bir de din devletleri konusunu var olan siyasal savaş sürecine dahil etmiştir. Savaş yılları öncesinde Sovyet Rusya’da bir ideolojik imparatorluk kurulurken, bu büyük imparatorluk devletinin sağladığı geniş alan hegemonyasının, İslam dünyasının tam ortalarında farklı bir din devletinin kurulabilmesi açısından, elverişli bir ortam sağladığı görülmüş ve bu doğrultuda üç büyük kıtanın üzerindeki toprak parçaları yeniden düzenlenerek ulus devletlerin üç büyük kıta üzerinde daha dengeli bir siyasal yapılanmaya doğru yönlendirilmesi sağlanabilmiştir. Çağdaş ulus devletler sömürgelerin bağımsızlığı ve imparatorlukların alt kimlikçi eyaletlere bölünmesi aracılığı ile siyaset sahnesinde boylarını gösterirken, merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan Atatürk’ün ulus devleti uluslaşma ve ulus devletler çağının en önde gelen siyasal organizasyonu olarak yeryüzü haritasının tam ortalarında yer alıyordu. İmparatorluk devleti modelinden bir ulus devlet yapılanmasına geçiş aşamasında, Atatürk’ün ulus devleti kurucu önderin sahip olduğu farklı özellikler üzerinden öne geçerek, yeni bir yapılanma süreci içinde uluslararası siyaset alanının yeniden dengelenmesi aşamasında önde gelen bir yapılanmaya doğru gelişiyordu. Kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu ilke ve programlar doğrultusunda atılan adımlar aracılığı ile, yeni Türk devleti kendine özgü bir devlet modeline doğru gelişmeler gösterirken, Avrupa ve İslam dünyası karşılarında kurucu önder Atatürk’ün ortaya koyduğu bir Türk ulus devleti planı ile karşılaşıyordu.

                Dünyanın jeopolitik merkezinde kurulmuş olan Atatürk Cumhuriyeti hem merkezi bölgenin özelliklerine hem de kurucu önderin sahip olduğu jeopolitik bilgi birikiminin etkilerinde kalarak, çok özel birikimlere ve özelliklere sahip bir devlet örneği olarak dünya sahnesindeki yerini alıyordu. Bu tür bir yapılanma kurucu önderin kişiliği ve yönlendirmesi, var olan diğer ulus devlet modellerinden çok daha farklı bir yapılanma ile öne çıkarak, o dönemin koşullarında yeni bir siyasal kamu düzeni yapılanması olarak ortaya çıkıyordu. Atatürk yeni kurulmakta olan devletin hem her şeyi hem de uluslararası siyasal alana çıkış noktası olarak öne çıkıyordu. Yirminci asrın yılları içinde ulus devletlerin kurucu önderleri öne çıkarken, imparatorluklara ve emperyalizme karşı çıkmakta olan ulus devletlerin hemen hepsi, kendi ülkelerinin jeopolitik yapılarına uygun düşecek bir yeni yapılanma arayışına giriyorlardı. Büyük devletler arasındaki siyasal çekişmelerin savaş alanlarına taşınması sayesinde, kurucu önderlerin isimleri ulus devletler üzerinden siyasal modellere dönüştürülmeye çalışılırken Mustafa Kemal Atatürk’ün dünya siyaset sahnesindeki özel ve önemli konumu, Türkiye için yeni bir siyasal kimlik getirecek kadar etkili oluyordu. Atatürk’ün sahip olduğu siyasal model ve kimlik üzerinden Tük devleti modern bir ulus devlet olarak gündeme geliyordu. Devlet başkanlığı ile kurucu önderlik sıfatlarının aynı yöneticinin aracılığı ile kişisel bir otoritenin ellerinde birlikte ele alınması, yeni kurulan ulus devletin modelini de kurucu önderin ismi üzerinden tanımlamaya doğru çekmesi, ulus devletler çağının savaşlar ile dolu olan sahnelerinde kurucu kadronun kahramanlıklarını da gündeme getiriyordu. Mustafa Kemal’in ulus devleti Kemalist Cumhuriyet olarak adlandırılırken, sadece devletin yeni kurulduğu yer ya da bölge değil ama aynı zamanda kurucu önderin kimliği üzerinden geliştirilen kalıcı bir model adı da devlet kimliğinin açıklanmasında ya da yansıtılmasında öne çıkmakta ve Kemalist devlet ya da cumhuriyet adları birbirini tamamlayacak biçimde kuruculuğu ve de yeni siyasal yapılanmanın tanıtılmasında, önde gelen bir simgesellik olarak etkin oluyordu.

                Her devletin kurucu önderleri olduğu için bunlara özellikle büyük devletlerin başına geçmeleri gibi otorite ve yönetim birlikteliğinde, bunlara kurucu babalar adı verilerek, devlet yönetimine kurucuların adı üzerinden yeni bir kutsallık kazanımı kazandırılmaya çalışılmış ve daha çok batının önde gelen ulus devletlerinin kurucu babalar üzerinden zenginleştirilen prestijleri aracılığı ile, devletlerin merkezi konumlarının güçlendirilmesine çalışılmıştır. Ulusların simgesel bir yapılanmalar olması yüzünden zamanla ulus devletler zayıflayabilir ve çok fazla güçlü bir merkezi yapılanma olmaması yüzünden alt kimlikçi etnikçilik üzerinden ulusal toplumlarının parçalanma riskleri ile karşı karşıya getirilmeleri de dikkate değer toplumsal hareketlilik ya da karmaşa ortamlarının öne çıkarılmasında değişik sosyal sorunlar öne geçebilir. Kurucu önderlerin hayatta olduğu ya da yaşadıkları zaman boyutlarında devlet istikrarı daha da etkili olabilir. Var olan kurucu kadronun tabanının genişletilmesi ve üst düzeyde yeni üyeleri ile eski kurucu kadronun öne çıkması ve daha alt düzeydeki kadroların ya da grupların önde gelen girişimlere kalkışmalarıyla, devletin zayıflaması ya da iç çatışma ortamına sürüklenmeleriyle, ulus devletin istikrarlı yapılarının tehlikeye doğru kaymasına giden dağılma yollarına yardımcı olmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti yapılanması çerçevesinde Türk milleti ile devletin kurucusu olarak Atatürk her zaman için birlikte olmuşlar ve ortak ulus devlet örgütlenirken, dış tehditlere karşı her zaman dayanışma içinde karşı çıkarak, devletin daha sağlam temellere oturtulabilmesi sağlanabilmiştir. Kurucuların içinde ya da yönetiminde bulunduğu bir siyasal yapılanmanın her zaman için daha güçlü bir devlet yönetimine giden yolları açık tutulmuştur. 

                Atatürk’ün bir kurucu önder olmanın ötesinde aynı zamanda bir asker olması her açıdan devlet düzeninin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamıştır. İmparatorluğun dağılmasından sonra devlet bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuştur. Böylesine bir süreçte devletin kuruluşunu Türk Silahlı Kuvvetleri sağlamış ve daha sonraki aşamada cumhuriyet devletinin kuruluşu tamamlanınca ikinci aşamada yeni bir anayasal düzen ile birlikte çağdaş parlamenter sistem kurulmuştur. Türk halkının gerçek temsilcisi olarak Türkiye Cumhuriyeti halk kitlelerinin gerçek temsilcilerinin katılımı aracılığı ile çağdaş bir parlamenter sistem oluşturulmasına öncelik verilmiş ve kurucu kadronun devleti kurması süreci tamamlanmıştır. Atatürk bütün bu aşamaların tamamlanması çizgisinde kurucu önder olarak devlet ve toplum içinde yer alan gruplar ve kuruluşların hepsinin öncüsü olarak ve bunlar arasında her açıdan uyum sağlayarak, devletin her aşamasında kurucu önder tavrını her zaman için hazırda tutarak ve her türlü çekişme ile çatışmanın önlenmesinde, kuruculuğun genel egemenliği çerçevesinde koruyucu ve önleyici bir önemli rol oynamıştır. Asker ve devlet adamı kişiliklerinin kurucu önder üzerinde toplanması, her açıdan sosyal dayanışmayı güçlendirmiş ve bu doğrultuda devlet ile millet kaynaşmasının öne çıkmasıyla merkezi gücün daha üst düzeylerde örgütlenmesi açısından yarar sağlanmıştır. Atatürk bir asker olarak halk kitlelerinin içinden gelirken en zor koşullarda ulusal kurtuluş savaşının geri adım atmadan en üst hedefe doğru ilerlemesini sağlamıştır. Atatürk bir halk adamı olarak öne çıkarken, Türk ordusunun bütün kesimleri ile diyalog kurmasını sağlamıştır. Atatürk’ün öncülük ettiği bütün devrimci adımların arkasında Türk ulusunun fertlerinin yer alması ve büyük önder Atatürk’ün her türlü olumlu gelişmeye öncülük etmesi, Türk toplumunun bütün ulusal katmanlarının daha aktif bir çalışma düzeni içine girerek, ulusal önderin az zamanda çok işler yapılması projelerine giden yollarda, devlet ve millet iş birliği ve dayanışması karşıya çıkan tüm engellerin aşılmasında destek sağlayıcı önemli adımların atılmasında önemli rol oynamıştır. Bir halk adamı olarak hiçbir zaman halkın içinden çıkmayan ve her yaptığı iş de ya da attığı adımlarda, halka giderek halk kitlelerinin genel anlamda desteklerine başvuran Atatürk, her zaman için Türkiye Cumhuriyeti’ni sadece bir Türk devleti olarak değil, ama aynı zamanda bütün Türk dünyasının temsilini sağlayan Türkçü bir anlayışın her zaman için takipçisi olarak, geleceğin dünyasının yaratılmasında Türkçü bir bakış açısının ağırlıklı biçimde öne geçmesine özellikle dikkat etmiştir. Atatürk kendisini her zaman için en büyük Türk olarak görmüş ve Türk devletinin kurucu önderi olarak da her zaman Türklük ve Türk dünyası arasında gerekli olan bağlantıların tamamının oluşturulmasına dikkat etmiştir.

                 Atatürk her zaman için uluslararası gelişmeleri yakın izleyerek onlara ayak uydurmaya çalışmış gerçekçi bir ulusal önderdi. Hiçbir zaman hayal peşinde koşmamış ve Türk ulusunu ya da devletini ortadan kaldırabilecek ütopyaların peşinde giderek yanlış politikalara alet olmayan bir önderdi. Atatürk üç kıta ortasında yer alan Türkiye haritasının her yönü ile yakından ilgiliydi. Avrupa ülkelerini çok iyi tanıyan bir önder olarak aynı ağırlığı doğu dünyasının önde gelen ülkelerinin mazlum uluslara benzeyen konumlarını yakından izleyen bir yaklaşım çerçevesinde hareket ederek, kalıcı bir biçimde küresel bir dünya barışının arayışı içindeydi. Askeri bir meslekten geldiği için savaşların ne anlamlara geldiğini iyi biliyor ve bu nedenle sürekli olarak barıştan yana bir siyasal çizgiyi izleyerek merkezi alandaki bütün savaş senaryolarının önünü kesecek bir biçimde “Yurtta barış ve dünyada barış “ ilkeleri çizgisinde orta alandaki merkezi ülke olarak, Türkiye Cumhuriyetini önce bir barış adasına dönüştürmek ve daha sonra da dünyanın doğu yarıküresinde yer alan bütün mazlum ulusları arkasına çekecek bir çizgide uluslararası bir barış  platformunu, Milletler Cemiyeti ya da bunun gibi yeni ortaya çıkan uluslararası kuruluşları dayanak noktası yaparak, yeni bir dünya savaşının çıkmasını önleyecek derecede küresel bazı girişimlere kalkışıyordu. Bir büyük dünya savaşının kalıntılarının içinden çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin öncelikle kurumsal yapılanma aşamasını tamamlayarak, üçüncü dünya ülkelerine örnek olacak bir düzeyde merkezi alanda güvenilir ve sağlam bir devletin dünya sahnesine çıkartılması gerekiyordu. Düveli Muazzama emperyalizmine karşı çıkarak direnen Anadolu insiyatifi, Türk devleti olarak hem bir barış ülkesi olmak hem de evrensel barış düzeni için öncü bir güç olarak Kuvayı Milliye mücadelesini sonuna kadar götürmek zorunda idi. Emperyalizme karşı var olma savaşını kazanmış olan Türk milletinin en önde gelen yükümlülüğü olarak böylesine bir atılım gerçekleştirilmeliydi. Türk ulusunun var olma mücadelesi bütün diğer mazlum uluslar içinde geçerli olacak ve böylece dünya savaşların alanı olmaktan çıkarak tümüyle bir barış adasına dönüştürülecekti.    

          Atatürk Avrupa benzeri bir ulus devletin yanı sıra aynı zamanda halkçı bir cumhuriyet rejimini tesis ederken, halktan yana bir tavır izleyerek halkçılığa dayanan bir kitlesel dayanışmanın arayışı içinde olmuştur. Yoksul halk kitlelerinin, iflas etmiş ve çökmüş devlet düzenlerinin hiçbir şey yapabilme şansları olmadığı için Atatürk hem Türk toplumunun bütün kesimlerini dikkate alarak adım atmış, hem de daha güçlü bir çizgide örgütlenerek savaş alanlarına gelen batı emperyalizminin ordularını dikkatle izlemiştir. Atatürk ulus devleti kurduktan sonra gerçek anlamda bir halkçılığa yönelerek doğunun mazlum uluslarını hedef alırken, batının önde gelen zengin devletlerinin dayanak noktası olan batı tipi bir sosyal demokrasi arayışı içinde olmamış ve de bu yönde bir tutum izleyerek Avrupa’nın zengin ülkelerinde var olan sosyal demokrasi anlayışına karşı çıkmıştır. Bu nedenle batılı zengin sınıfların kapitalist çıkarlarının korunmasına öncelik veren sosyal demokrasi anlayışını red ederek, halkçılık devrimi ile çağdaş bir ulus devlet kuran Atatürk, yoksul halk kitleleriyle yakınlaşarak gerçekçi anlamda ulusalcı sol politikaları öne çıkarmaya çalışmıştır. Asya kıtasının tam ortasında büyük bir sol sistem kuran Rus halkçılığı, Rusya’nın önde gelen devrimcilerin ve filozoflarının büyük çabaları ile dünyanın öbür kıtalarında da var olma ve yaşama mücadeleleri veren işsiz, güçsüz ve yoksul halk kitleleri ile yakın ilişkiler kurularak, batı emperyalizmine karşı çıkacak bir biçimde devrimci ve halkçı kitlesel çıkarlara bugünün koşullarında öncelik getiren yeni tür yaklaşımlara öncelik verilmiştir. Atatürk ülkesini batılı emperyalist ülkelerin işgal girişimlerinden kurtarmak üzere yola çıkan bir önder olarak ve sonuna kadar direnerek, az zamanda çok işler yaparak ülkesini tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir statü ortamı içinde gerçek anlamda bir hukuk devletine kavuşturmuştur. Özgürlüğü kendi karakteri olarak gören Atatürk, hem Türk milletinin hem de insanlığın kazanılmış hak ve özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesi hedefi doğrultusunda gereğini yaparak, yirminci yüzyılın bir hak ve özgürlükler dönemine dönüşmesi amacıyla uluslararası alanda her türlü işbirliği ve dayanışma girişimlerinin örgütlenebilmesi için, önde gelen girişimlerin birbiri ardı sıra öne çıkartılması gene Atatürk’ün öncülük misyonları doğrultusunda öne geçmiş ve siyasal gündemlerin bu yolda  oluşturulması çizgilerinde, halkçılık özünü taşıyan yeni  politik açılımların gündeme gelmesi  de kaçınılmaz hale gelmiştir.

                Medeniyetin beşiği Avrupa kıtasının yanında bir ulus devlet kuran ve daha sonraki aşamada ise var olan sosyalist büyük konfederasyon yapılanmalarından yararlanarak hareket eden Atatürk, kurmuş olduğu ulus devletin eksik kalan yanlarını giderebilmek için halkçılık özüne dayanan bir halkçı rejimi halkçı cumhuriyet adı altında eski Osmanlı toprakları üzerinde kurabilmiştir. Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde gündeme gelen Avrupa’nın hukuka dayanan ulus devletleriyle birlikte aynı zaman dilimi içinde bir de halkçı cumhuriyetçiliğin devreye sokulması ile aynı dönemde burjuvazi ve işçi sınıfının siyasal eğilimlerini birlikte ele alarak değerlendiren, yeni bir sentez denemesi öne çıkarılmaya çaba gösterilmiştir. Atatürk toplumun bütününü oluşturan halk kitlelerinin çeşitli taleplerini karşılamaya çalışırken, toplum içinde zamanla meydana gelen sınıfsal yapılanmalar ve dengeleri de dikkate alan bir kurucu devlet iradesini temsil eden Atatürk kendi ülkesiyle birlikte aynı zamanda Türkiye’ye benzeyen diğer ülkeler açısından da bir model olabilecek yeni bir devlet yapılanmasını öne çıkarıyordu. Asya gibi her yönü ile büyük bir kıtanın üzerinde yaşamakta olan milyonlarca büyük nüfuslara sahip olan büyük devletler daha çok kitlesel sosyalizmde çıkışı ararlarken, bu açıdan Sovyetler Birliği gibi büyük alanlara yayılmış ve büyük devletlerin katkıları ile ayakta kalabilen yeni siyasal dengelerin gündeme getirilmesiyle, liberal kapitalist rejimlere karşı yeni yapıların oluşturulmasıyla birinci dünya savaşı sonrası koşullarda farklı siyasal rejimlere sahip bulunan devletler ve bölgeler arasında yeni siyasal gelişmeler sağlanarak, savaşların önlenmesi doğrultusunda geleceğe dönük adımların atılması öne çıkarılarak, barış ortamı arayışlarında yeni bir hızlanma yönelişine öncülük yapılmıştır.

                Ulusalcı devlet ve halkçı cumhuriyet rejimlerini bir bütünlük içerisinde öne çıkaran Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk, devletin kuruluşu aşamasında Kemalist rejim ve devlet modeli açısından tehdit ve tehlike geliştiren diğer siyasal gelişmeleri boykot edercesine sistemin dışında tutmaya çalışmıştır. Atatürk Sovyet Rusya ile iyi geçinerek araya mesafe koyarak Asya kıtası içinde bir barış ortamı yaratmaya çaba göstermiştir. Çağdaş batı tipi bir yeni devlet modeli geliştirilirken, Marksist-Leninist Rusya ile araya mesafe konulmuş, eski Osmanlı ülkesi olan Arap devletleri İslami rejimleri yüzünden ayrı bir kategori içinde ele alınarak değerlendirilmiştir. Bir tarafta sosyalist bir doğu dünyası ya da Asya kıtası oluşumları gündeme gelirken, bunlara karşı yeni bakış açıları ile yaklaşım içine girilmiştir. Atatürk, yeni bir siyasal sentez görünümü altında çağdaş bir ulus devlet ve halkçı bir cumhuriyeti aynı çatı altında örgütlerken, emperyalizm işbirlikçisi olan ve gericilik çizgisinde ülkeyi tehlikeli bir durumu yakınlaştıran ve kurulmuş bulunan devlet ve kamu düzenlerini tehdit eden siyasal çizgilerin dayandığı partileri de ya önünü keserek ya da bu partilerin açıldıktan sonra kapatılmalarını gündeme getirerek Kemalist rejim sisteminin ayakta kalması sağlanmıştır. Marksist-Leninist partiler batı tipi demokratik ulus devletini korumak için alınan kararlar ile kapatılmıştır. Rusya’daki Marksist-Leninist partinin kapatılması gibi, bir Rus Partisi olarak Sosyal Demokrasi Partisi, Rusya’daki aktif siyasal yapılanma dikkate alınarak kapatılmıştır. Lenin’in devrim yapan partisinin adı Marksist değil aksine Sosyal Demokrat parti idi. Sosyal Demokrasinin yumuşak görünümlü çizgisine rağmen, Rusya’da devrimi örgütleyen Rusya Sosyal Demokrasi Partisini dikkate alan Atatürk, benzeri bir hatalı durumun Türkiye’de gündeme gelmesini önlemek üzere, Türk Sosyal Demokrat Partisi’ni devlet kararı ile kapatmıştır. Marksizmin öncesinde hazırlıkçı yapılanması ile ve daha sonraki aşamada da kapitalist emperyalizmin liberal görünümlü işbirlikçiliğine yönelmesi ile sosyal demokrat partilerin Rusya’da olduğu gibi daha sonraları Türkiye’de de kapatılma aşamasına geldiği anlaşılmaktadır. Liberalizm ve Marksizm çizgilerinde gidip gelen Sosyal Demokrat Partiler zamanla bulundukları ülkelerde devlet açısından istikrarsızlık yarattıkları için kapatılmışlardır. Atatürk siyasal gelişmeleri dikkatli bir biçimde izleyerek ve inceleyerek Türk devletinin kuruluş döneminde Kemalist rejim açısından tehlikeli görülen Sosyal Demokrat Partinin kapatılma kararı alarak, batı ya da Rus emperyalizmlerinin bu tür partileri ülke aleyhine kullanılmalarını önlemiştir.

KAYNAKÇA, Dr. HASAN  İLERİ (Türkiye’de Sosyal Demokrasi -ANKARA  1911, GÜNDÜZ   Kitapevi Yayınları.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN    

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

21 Şubat 2024 Çarşamba

SAVAŞ İLE BARIŞ ARASINDA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

SAVAŞ İLE BARIŞ ARASINDA

                                                                                                                                          Rusya’nın en büyük yazarlarından birisi olan Dostoyevski, bugünlerde savaş ve barış süreçleri açısından son derece güncelleşen yeni bir konuma sahip olarak dünya kamuoyunda gündeme gelmektedir. Bir yanda yirminci yüzyılın bilimsel, kültürel ve sosyal birikimleri daha ileri bir uygarlık yaratabilmek için kullanılmaya çalışılırken, diğer yandan da insanlığın uzaya açılması aşamasının gündeme gelerek insanlığın dikkatinin hiç bilinmeyen gezegenlere doğru yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tarih boyunca savaşlar ve barış girişimleri arasında sıkışıp kalmış insanlığın, bugün gene eskisi gibi tehlikeli bir dönemecin içine doğru sürüklenmeye doğru zorlandığı açıkça göze çarpmaktadır. Yaşam boyu savaşlar ve barış girişimleri arasında gidip gelen insanlık günümüzde devreye girmekte olan yepyeni koşulların yansımaları doğrultusunda farklı bir geleceğe doğru gelişmeye başlamıştır. İnsanlar yüzyıllarca bir yandan savaşlardan kurtulmaya ve çatışmaları önlemeye çalışırken, diğer yandan da dünya gezegeni üzerinde barışa giden yolu öne çıkararak, sürekli kalıcı ve geleceğe dönük kurumlaşmış yeni bir kalıcı yaşam düzeni peşinde koşmaya başlamıştır. Böylesine büyük bir mücadelenin tarih öncesi dönemlerden başlayarak bugünlere kadar gelmesi ve geleceğin dünyasında insanlık için daha gelişmiş ve güvenli bir kamu düzeni gerçekleştirmesi beklenmektedir. Yeryüzünün değişik kıtalarında yaşamlarını sürdürmekte olan insan toplumlarının sahip oldukları bilgi birikimi ve jeopolitik konumlarının gerekli kıldığı doğrultuda, birbirlerinden çok farklı  geleceğin uygarlıklarına yönelmeleri artık kaçınılmaz bir biçimde  ortaya çıkmaktadır. Gelinen yeni aşamada artık koşulların belirginleşmesiyle birlikte inkâr edilemeyecek ya da karşı durulamayacak durumlar var olan koşulların dayatması olarak insanların yol haritalarını belirleyici olmaktadır.

        Savaş çatışma ve kavga demektir, barış ise bu durumun tamamen aksi yönde tarafların bir araya gelerek antlaşmaları anlamına gelmektedir. Toplumlar ya da grupların sahip oldukları yaşam süreci içinde karşı karşıya gelmeleriyle çekişme ya da çatışmalar ön plana gelebilir ya da bunların önlenmesi doğrultusunda gösterilen çabaların sonucu olarak karşılıklı tarafların uzlaşma ya da antlaşma yapmaya doğru hareket etmeleri söz konusu olabilir. Yeni bir düzeninin ortaya çıkmasıyla birlikte eskisinden farklı bir yaşam düzeni, görüşmeler sonucunda uzlaşma sağlanan ilke ve kurallar üzerinden bir barış düzeni düzen zaman içinde oluşturularak, barış girişimlerinin getirdiği yeni koşullar üzerinden gündeme getirilebilmektedir. Birbiriyle karşıt çizgide var olan savaş ve barış oluşumlarının birisinin öne geçmesi ya da birbirlerini yok edecek bir düzeyde öne geçmeleriyle birlikte, bu iki kardeş ve düşman kavramlardan birisi öne geçerek kendi yaşam düzenini ortaya çıkarabilmektedir. İnsanlık tarihine geri dönüp bakıldığı zaman, birçok bilim ve siyaset adamlarıyla birlikte filozofların da savaşlara karşı çıkan ve bu doğrultuda görüşleriyle yeryüzü kıtalarında her yönü ile geçerli olabilecek çizgide, kalıcı barışçıl düzenler oluşturulabilmektedir. Orta çağ sonrasında beş yüz yıllık zaman dilimi içinde insanoğlu geleceğin barış düzenini yakalamaya çalışırken, aslında Orta çağın dağınık düzensizliği içinde kaybolup giden barış ortamını, yani aslında gerekli olan bir kayıp barış düzenini oluşturmaya çaba göstermiştir. Özellikle dünya barışının en büyük karşıtı olan Rusya Federasyonu’nun eskisi gibi emperyalist çizgide harekete geçmesiyle birlikte, dünya yeniden kalıcı barış oluşturma girişimlerine sahne olmuştur. Yeni dünya düzeninde büyük devletler bulundukları bölgelerin ana merkezi gücü olmaya çalışırken, komşularını tehdit ederek bölgesel yeniden yayılma arayışları içine doğru girebilmektedirler. Ruslar sınır komşularını her zaman işgal ettikleri gibi aynı zamanda bölgede var olan diğer küçük devletleri de sınırları içine katmak üzere harekete geçtiklerinde emperyalist bir yığılma gibi, bölge barışını tehdit eden saldırılara kalkışabilmektedirler. Her türlü işgal ya da yayılma aynı zamanda komşu ülkeler için bir saldırı anlamına geldiği için, bütün dünya devletleri tarih biliminin bu tür kurallarına dikkat ederek  uluslararası politikalarını uygulamaya koymak durumundadırlar.

                Her barış hareketi savaşları ortadan kaldırdığı gibi her savaş girişimi de barış düzenlerini geride bırakmaktadır. Bu iki kavram arasındaki karşıtlık, çekişme ve birbirini yok etme yarışı bir anlamda insanlık tarihinin inişli ve çıkışlı geçmişini açıkça gözler önüne sermektedir. Birbiri ardı sıra gündeme gelen savaşlar ya da barış girişimleri belirli bir düzene oturtulamadığı zaman savaşma aşamasına gelmiş olan ve çarpışmak üzere karşı karşıya çıkmış olan tarafların, son bir çabaya girişerek istemedikleri sonuç için uzlaşma ortamlarını ortadan kaldırabildiklerini tarihin birçok dönemecinde görmek mümkündür. Yeryüzü topluluklarına bakıldığı zaman çok zayıf ya da çok güçlü toplulukların birbirlerinden ayrı bir düzen içinde yaşadıkları açıklık kazanmaktadır. Savaşların ortaya çıkışı kesinlik kazandığı zaman insan toplumlarının birbirleriyle çatışma ortamına sürüklendikleri durumlar, birbiri ardı sıra gündeme gelerek siyasal gündemi belirleyebilmektedir. Bu gibi özelliklerin birbirini tetiklediği çatışmalarda büyük ve güçlü devletler ya da toplumlar şanslı bir konuma gelerek, savaşları bitirecek derecede etkili bir barış antlaşmasından kendi çıkarlarını güvence altına alacak bir çizgide sonuçlar elde etmeye çalışmaktadırlar. Uzun süren savaşların karşılıklı tarafları fazlasıyla yorgun düşürmesi gibi durumların ortaya çıktığı aşamalarda ise, yorulan tarafların ateş kesilmesi için tutum takındıkları tavırlar öne çıkabilmektedir. Nüfusu kalabalık toplumlar ile, devletleri maddi açıdan çok güçlü konumda olan ülkelerin rekabet yarışı içinde kolaylıkla öne çıkarak, savaşların kazanılması yolunda emin adımlarla yollarına devam ettikleri görülebilmektedir. Büyük imparatorlukların kurulma sürecinde ya da devletlerarası çekişmelerde en güçlü ve kalabalık ülkelerin adaylıklarını öne sürerek güçlü bir tavır ortaya koymalarıyla birlikte, var olan savaşlar hiç savaşmadan kazanılmaktadır. Her devletin kendi ülkesi içinde ve kendi sınırlarına yakın olan topraklarda genel güvenliği açısından önlemler almaya başladığı aşamada, devletler ülke savunma çizgisinden öte bir komşu alan üzerinde direniş göstererek, devletin ülkesi ve milletiyle birlikte topyekûn bir savunmaya yönelmesi gibi bir karşı çıkış ortaya koyabilmektedir. Her türlü saldırı ve tehlikeye karşı koruyucu ve önleyici önlem alması gereken devletler, ancak bu biçimdeki hareketler ile kendisini güvence altına alabilmektedir.

                Milattan önceki dönemlerden başlayarak bugüne kadar süren siyasal tarih içerisinde tüm devletler gibi Türk devletleri de hedef olmuş ve uzun süren mücadeleler verilerek bağımsızlık statülerini elde etmişlerdir. Asya-Avrupa ve Afrika gibi üç kıtanın tam ortasında yer almış olan Türkiye Cumhuriyeti, merkezi alanlarda devlet olma hakkını elde edene kadar savaşlar devam etmiş ve bu sürecin her dönemde ortaya çıkardığı devlet modelleri aracılığı ile dünyanın orta bölgelerindeki Türk devletleri belirli bir süreklilik içinde mücadeleler vererek merkezi bir otorite olma hakkını sonunda kazanmıştır. Orta Asya’dan yola çıkan Türk kavimleri at üstünde yürüyüşlerine devam ederek, Asya kıtasının her bölgesinde bir Türk devleti kurabilmiş ve belirli dönemlerde hem Avrupa’da hem de Afrika kıtasında devletler oluşturarak dünya tarihinin biçimlenmesinde öncü güçler olarak, her zaman için bir siyasal güç merkezi olma şansını elde etmişlerdir. Hun imparatorluğu döneminde Atlantik okyanusundan Büyük Okyanus’a kadar üç kıtayı bütünleştiren bir büyük hegemonya alanında dünyanın en büyük siyasal gücü konumuna erişen Türk devletleri, bugün de devam etmekte ve her üç kıta üzerinde değişen dünya koşulları doğrultusunda yeni devlet yapılanmaları sayesinde Türkler varlıklarını siyasal bir bağımsızlık düzeni içinde geleceğe dönük olarak sürdürmektedirler. Dünyanın geçmişinde her dönemin devlet yapılanmaları içinde Türk boylarının ya da kavimlerinin öncü rolleri devam etmiştir. Her türlü saldırı ve tehditlerin karşısına çıkan Türkler devletleşme sürecinde etkin olurken, dünya haritası üzerinde her dönemin koşullarına uygun olarak kurulmuş olan Türk devletlerinin yeni ortaya çıkan siyasal güç merkezlerinin hedefi haline getirildikleri ve bu nedenle de Türk egemenliğini ortadan kaldırma doğrultusunda saldırı savaşları aracılığı ile sonuç elde etmeye çalışmışlardır. Tarihin her döneminde ortaya çıkan siyasal yönelişler çizgisinde  tarih açısından belirleyici oluşumlar, belirli bir sıra ve devamlılık tamamlanması  ile yaşanan olayların birbiri ardı sıra tarih içindeki yerinin kesinlik kazanmasına yardımcı olmuştur. Her dönemin tarihsel aktörü olan Türkler genel hareketlilikleri aracılığı ile dünya tarihinin önde gelen belirleyicisi olmuşlardır.

                Tarihsel sürecin devam ettiği bugünkü dönemde gene merkezi Türk egemenliği teorisinin günümüzdeki geçerliliğini, var olan Türk devletleri geçmişten gelen geleneksel çizgide devam ettirmektedir. Bu yüzden de başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bütün Türk devletleri her türlü emperyalist saldırıların hedefi konumuna gelmektedirler. Dünyanın merkezi alanı olan Orta Doğu bölgesinde son aylarda başlatılmış olan Siyonist hegemonya arayışı, Atlantik emperyalizminin çabaları ile bölgesel bir din savaşını gündeme getirecek düzeyde, bir üçüncü dünya savaşına hazırlık gibi görünmektedir. Üç bin yıl önce bugünkü Filistin toprakları üzerinde kurulmuş olan bir din devletinin günümüz koşullarında yeniden dünyanın merkezini bir dinsel yapılanmaya dönüştürecek biçimde gündeme gelen saldırı ve işgal hareketleri, bugünkü dünyayı fazlasıyla uğraştırmaktadır. Üç aylık bir savaş süreci sonrasında yüz bin kişilik insanın kaybedilmesine giden yolu açmıştır. Böylesine bir saldırı aracılığı ile Siyonist bir dünya devleti  kurma gibi yeni siyasal düzen oluşturma çabaları da açıkça merkezi coğrafya bölgesinde geçmişten gelen barış düzenini yıkarak, belirli merkezlerin hedef olarak çıkartılması için çok yoğun çaba gösterdiği küresel bir kaos düzeni yapılanmasını, dünya siyasal gündeminin bir numaralı senaryosu olarak, yeni dünya düzeninin Siyonist çizgide kurulabilmesi açısından siyasal gündemin önünü açmaya doğru bir siyasal yönelişin gündeme gelmesini sağlamıştır. Atlantik bölgesinden gelerek ve on bin kilometre öteden Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünya bölgesine girerek yapılan askeri kuşatma hareketi, her yönü ile üç kıtanın ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti ve komşularını açıkça üçüncü dünya savaşı çıkartılması ile tehdit etmektedir .Bu tür bir toplu saldırının merkezi alana yönelik ortaya çıkartılmasıyla da, Türk devletinin Akdeniz kıyılarında başlatılmış olan yoğun askeri saldırı, Türkiye ve komşularını yok ederek, harita üzerinden bu arazide var olan devletleri ve onların bugünkü nüfusu konumundaki halk kitlelerini denize doğru süpürme hedefine sahip oldukları göze çarpmaktadır. Son zamanlarda Orta Doğu’da başlatılmış olan Siyonist saldırı savaşının asıl hedefinin, Osmanlı hinterlandının merkezi ülkesi Türkiye Cumhuriyeti olduğu ve bu doğrultuda Atlantikçilerin harekete geçerek bir büyük bölge hegemonyası aradıkları açıktır.

                Üç bin yıllık tarihsel derinliklerden gelen Orta Doğu coğrafyası günümüzde Siyonizm hedefine doğru kilitlenirken, aynı zamanda böylesine büyük bir hegemonya girişiminin bir devlet gücü ile örgütlenmesi çizgisinde var olan eski devletlerin ve sınırların ortadan kaldırılması amacıyla başlatılmış olan savaş senaryoları, emperyalist devletler aracılığı ile birbiri ardı sıra devreye sokulmuştur. Bütün merkezi coğrafya devletlerinin kurulması planlanan Orta Doğu birleşik devletleri başlığı altında geniş bölgeli bir federasyon yapılanmasına doğru genel bir gidiş örgütlenmeye çalışılmaktadır. Birinci Balkan savaşı aracılığı ile Osmanlı imparatorluğu dağılırken ve yirmi civarında devlet ortaya çıkmıştır. Aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında ise, ikinci bir Balkan savaşı çıkartarak aynı bölücü ve dağıtıcı müdahaleler ile Balkanizasyon süreci bu kez Anadolu yarımadası üzerinden uygulamaya geçirilmeye çalışılmıştır.  Bugünkü Türkiye toprakları yedi coğrafi bölgeye ayrılarak merkezi federasyon kurulurken   Türklerin bir var oluş savaşı vererek kurmuş oldukları tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini ortadan kaldırmaya yönelen bir Sevr haritasını, merkezi coğrafya barış programı olarak Türk topluluklarına ve komşu devletlerin halklarına kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Böylesine büyük bir emperyal hedef doğrultusunda harekete geçildiği zaman bölgeye yönelik yeni bir düzen arayışı içindeki emperyalistlerin, öncelikle ikinci Balkanizasyon projesini coğrafi bölgeler üzerinden harita üzerinde konumlandırmaya çalıştıkları görülmektedir. Balkan yarımadasını paramparça eden Balkanizasyon projesinin Orta Doğu birleşik devletleri adı altında uygulanmaya çalışılması, Kuzey Irak ve Suriye bölgelerindeki sınır boyu gelişen terör girişimlerinin arkasında yer alan bir makro çökertme operasyonu ve Anadolu Balkanizasyon senaryosu olarak Sevr planını öne çıkartarak, ulaşılmak istenen ana hedefin ne olduğunu açıkça göstermektedir. Yüz yıllardır dünyaya egemen olmak üzere terör ve kaos planlarını uygulama alanına aktaran emperyalizmin, bu kez yüz yıl önce başaramadığı bölücülük planını, yeni dönemde Anadolu’yu Balkanlaştırma planı çerçevesinde uygulama alanına getirmeye çalıştığı görülmektedir.

                Bombaların ana hedefinde Türkiye’nin bulunduğu bir savaş süreci içinde harekete geçerken, Türk devleti uluslararası hukuka uygun olarak savaş saldırılarının önüne geçebilecek önlemleri bir an önce ele almalıdır. Aynı zamanda komşu devletler ile bir araya gelerek küresel ya da bölgesel kaos yaratabilecek, terör ya da benzeri toplumsal karışıklık ortaya çıkarabilecek, yeni toplumsal çekişme ya da çatışmalara izin vermeyecek bir kararlı tutum, küresel kaos ve dünya savaşları girişimlerine karşı çıkılacak bölgesel ya da küresel düzeyde etkin olabilecek girişimler aracılığı ile de sonuç alınmaya çalışılması, zorunlu önlemler olarak devreye girmektedir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen iki büyük dünya savaşı tarihin penceresinden yirmi birinci yüzyılın yönelimlerine kaynaklık yaparken insanlığın geleceği açısından bir üçüncü dünya savaşı ile karşı karşıya gelinmektedir. Böylesine bir süreçte eğer üçüncü büyük savaşın önlenmesi gerçekleştirilemez ise, o zaman bütün dünya ve insanlık olgularının tehlikelere sürükleneceği bir kıyamet senaryosuna ya da Armegeddon isimli kutsal kitaplar macerasına, savaş girişimleri üzerinden sürüklenmek kaçınılmaz bir biçimde öne çıkacaktır. Bugünün koşullarında Anglo-sakson kökenli ülkelerin oluşturulması için desteklenen hukuk dışı bir siyasal yapılanma olarak var olan Siyonist devlet, bugün kendisini kurmuş olan Anglo-sakson yapılanmanın yönetim alanı dışına sürüklenerek, İngilizlerin çok yönlü siyasete yönelmeleri sonrasında sürekli olarak İngilizlerin iki yüzlü siyasetleriyle çatışmıştır. Dünyanın en acımasız emperyalist devleti olan İngiltere, yeni dönemde Siyonizme karşı sürekli olarak iki yüzlü bir diploması sürdürmeye çaba göstermiş ama Siyonist lobilerin Amerikan devletini kuşatması sonrasında eskisi gibi siyasal lobicilik çalışmalarından sonuç alınamaması gibi bir olumsuz durumun içine sürüklenilince, o zaman İsrail ve İngiltere çekişmeleri hızla tırmanarak bütün dünyayı yeni bir büyük savaş sürecine doğru yönlendirmiştir. Yirminci yüzyıldan bu yana kurulmuş olan Anglo-sakson düzenini kabul etmeyen Siyonizm rüzgarları, bütün dünya ülkeleriyle ile birlikte Türk devletinin de içine sürüklendiği Armageddon sürecini üçüncü dünya savaşına doğru yönlendirerek sürüklemiştir.

                Türkiye bugün çok ciddi bir biçimde üçüncü dünya savaşına doğru sürüklenen ülkelerin başında gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti günümüz koşullarında dünya ülkeleriyle iyi ilişkilerini yürütebildiği zaman, dünya barışına yardımcı olarak katkı sağlamaktadır. Normal koşullarda bütün dünya ülkeleriyle iyi ilişkiler içine girmek yeryüzünün barış içinde bir düzenin içine girmesini sağlar Ülkeler arasındaki ekonomi, ticaret ve kültür ağırlıklı olarak geliştirilen sosyal ilişkiler doğrultusunda devletler arası  yakınlaşma, ortak çalışma programları ile birlikte her türlü küresel sorunların çözüme kavuşturulması çizgisinde dünya haritalarında yer alan bütün devletlerin karşılıklı ilişkilere girmesi, dünya barışının tesisi ve sürdürülmesi açılarından yararlı sonuçlar yaratmaktadır. Her devlet bu tür ilişkileri  ve gerekli olan çalışmaları artırarak güçlendirmek üzere gerekli olan önlemleri karara bağlarken ve dünya barışına destek sağlarken, bu tür ilişkilerden uzak kalan ve dış dünyaya karşı daha mesafeli duran ülkelerin ise yakın ilişkileri yeterince geliştiremedikleri görülmekte ve bu gibi devletlerin negatif çizgide sürdürülen dış politikaları zaman zaman komşu ülkeler arasında  sorun çıkartarak silahlı çatışma ve çekişme girişimlerini gündeme getirirken, aynı zamanda bu gibi ihtilaflı durumlar  ülkeleri karşı karşıya getirirken, çatışmalar üzerinden savaşlara giden yolları da tahrik ederek, tarihte çok örneği görülen büyük savaşları gündeme getiren savaş yollarının öne çıkarılarak savaşlardan çekinen ya da kaçınmaya çalışan ülkelerin dış baskılarla savaş süreçlerine doğru yönlendirildiğini görmek mümkündür. Dünya devletleri haritalarına bakıldığı zaman devletlerin hiçbir biçimde eşit ya da birbirine benzerlik durumlarının olmadığı açıkça göze çarpmaktadır, Barış koşullarında ülkeler, uluslararası ilişkileri toplum ve devletlerin yararına  düzenlemeye çalışırken barış içindeki dayanışma, yanlış çizgilerde hatalar yapan devletlerin de dikkatlerinin çekilerek, iyi ilişkiler içerisinde kalıcı barış ortamına onların da barış ortamına kazanılmaları gibi dikkat edilmesi gereken meseleleri de barış ortamı içinde  çözüme yönlendirmek  üzere, devletler ve milletler çeşitli yaklaşımların alternatif dış politikalar olarak  siyasal gündeme taşınması gibi sorumlulukları da devletler ve toplumlar dikkate alarak uluslararası ilişkileri bir bütünlük içinde yönlendirmelidirler.

                Bugünün dünyasında Türkiye Cumhuriyeti hem bir barış ortamının hem de bir savaş sürecinin tam ortasında yer alan bir yeni jeopolitik konum ile karşı karşıya gelmiştir. Türkiye’nin üzerinde kurulu bulunduğu eski Osmanlı toprakları üç kıtanın ortasında yer alan bir merkezi konumu ile öne çıkarken, insanlığın kıtaların üzerinde dünya coğrafyasına yayılmasıyla başlayan göçler, yerleşim hareketleri ve savaşlar dünya tarihinin belirlenmesinde önde gelen olaylar olmuştur. Bu tür olayları fazlasıyla yaşayan İngiltere, Türkiye topraklarını felaketler coğrafyası olarak ilan ederken, Avrupa kıtasının ikinci büyük emperyalist gücü olan Fransa’da benzeri biçimde Türkiye’nin topraklarına karanlıklar coğrafyası adını vermişlerdir. Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle dile getirilen bu durum, tarihin ilk dönemlerinden bu yana gündemde yer alan bir bilimsel tespit ile açıklanabilecektir. Küreselleşme döneminin sona ermesi ile başlayan yeni dönemde ortaya çıkan neo-emperyalizm, harita üzerinde var olan büyük devletlerin uluslararası alandaki ağırlıklarını tanıyarak hareket ettiği aşamada ,artık eskisi gibi iki ya da tek kutuplu bir dünya değil ama çok kutuplu dünyanın ortaya çıkmasıyla birlikte büyük devletlere tanınan kutup olma hakkının devreye girerek desteklenmesiyle ve bu durumun ortaya çıkmasıyla birlikte çok kutuplu dünyanın oluşumu sürecinde, bütün dünya devletleriyle Türkiye’de devlet olarak böylesine bir rekabet düzeni içindeki yeni yerini almak ve gereğini yapmak durumundadır. Uluslararasındaki son durum çok kutupluluk çizgisinde gelişmeler gösterirken ve yer küre üzerinde yeni politikaların hazırlanması gerekirken, bu alanlarda yeterli hazırlıkların yapılmadığı dile getirilmiştir. Dünya ülkeleri bu durumlarda üzerlerine düşen sorumluluklar çerçevesinde hareket ederek ve yeni dünya düzeninin kesin bir kamu düzenine dönüşebilmesi için gerekli olan alt yapının gündeme getirilerek bir an önce tamamlanması gibi bir cevabının da bulunmasının gerekli olduğunun ve anlaşılmasının da araştırmalar açısından ağırlıklı bir görüntü vermesi ile birlikte dünya devletleri arasındaki zor durumların dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiği, devletler ya da gezegenler arasındaki gidiş geliş ya da insani görüşmelerin daha önceden bilimsel tespitler aracılığı elde edilerek yapılacak  çalışmaların düzenlenmesi gerekmektedir.

                Giderek ısınan bir siyasal konjonktür içinde Orta Doğu’da öne çıkmış olan silahlı çatışmalar ve savaş girişimleri deneyleri ele alındığı zaman, üç aydır devam etmekte olan savaş sırasında içinde bulunduğumuz bölgenin gerçekleri çizgisinde hareket edilmesi gerekmektedir. İnsanlık bir dönemden yeni döneme doğru geçiş yaşarken, insanlar yeryüzünde her açıdan ele alınan konumlarıyla katkı sağlamaktadırlar. Egemen güçler yeni bir dünya hegemonyası elde edebilmek için savaşları zaruri görerek bunlar üzerinden eski düzenlerin yıkıldıklarını ve bu gibi oluşumlar açısından savaşların eski düzenleri yıkarak yarar sağladıkları resmi görüşler içinde anlatılmaktadır. Dünya kıtaları üzerinde yerel, ya da kısmi alanlarda oldukları gibi insanlar her türlü saldırı ya da savunma girişimlerine de hazır olmak zorunda bırakılmaktadırlar. Terör örgütleri kamu düzenlerini bozarken var olan ülkelerin iç düzenleri ortadan kaldırılma gibi bir aşamaya doğru yönlendirilebilmektedirler. İç ve dış düzenler arasında uyum sarsılırsa, o zaman savaşlara giden yollar yeniden açılabileceği için böylesine düzen bozucu gelişmelere karşı dikkatli önlemler alınarak bozulmuş olan eski düzenlerin yerine yeni düzenlerin getirilmesi, kamu yararı açısından önem taşımaktadır. Büyük, küçük ve orta boy devletler arasındaki gelişmeler ya da ilişkiler dikkatli bir biçimde izlenerek bunları yeniden daha düzenli bir aşamaya getirilmeleri, istikrarlı ülkelerde olumlu sonuç verebilir ya da yeni bir düzenin kurulabilmesi açılarından yarar sağlayabilirler. Bugünkü dünyada, bütün bombaların gönderildiği hedefler arasında silah atışlı merkezler kullanıldığı için, bombaların ana hedeflerinde Türkiye devleti ve milleti ülkesiyle birlikte kesinlikle vardır. Büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde bölücü senaryolar denemeye kalktığı aşamada yeni savaşlar gündeme geldiği için, bir devletin ya da uluslararası örgütlerin çatıları altında örgütlü bir durum yaratılarak bunlara karşı direnilebilir ya da bu tür bir saldırıya karşı da bir başka silahlı savunma yapılanmasına geçilebilir. Türkiye bugünün koşulları altında savaş ve barış ortamları arasında gidip gelen bir merkezi ülkedir. Savaş ihtimalinin ortadan kalkabilmesi için güçlü bir barış senaryosunun kalıcı bir biçimde, Türk  ve dünya kamuoyuna  empoze edilmesi gerekmektedir. 

                                                                                       Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN